ben bugün göçmek istiyorum.
''her gün bir yerden göçmek ne iyi
her gün bir yere konmak ne güzel
bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
...
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım''
şimdi düşünüyorum da 1910 yılında Toros dağlarında doğsaydım...her şey ne farklı olurdu. Konar göçerdim her bir yere. bir abdal olurdum belki de. ölümüm de son yolculuğumda olurdu. ya da son yolculuğum olurdu ölümüm. ya da yolculuğumda ölürdüm ve o yolculuğum son yolculuğum olurdu.
hep istenir ya uykuda ölmek. tadına varmamak için ölümün acısının. belki de acı değidir, hep merak ettiğim üzere.
son olarak, ben ölürsem geri döneceğim. görürseniz korkmayın ve sakın şaşırmayın.
7 Nisan 2010 Çarşamba
31 Mart 2010 Çarşamba
paralel rüyalar evreni
J. Paul Sartre'in oyunu Mersin Kültür Merkezi'ne gelmiş, başrolde Al Pacino oynuyor. İnci beni arayıp haber veriyor. Aylin de burda, bak Ankara'dan gelmiş diyor. Yalnız biz İstanbul'dayız ve bu hiç garipsenmiyor. İnciyle Aylin bize geliyor, sanki birazdan Eğriçam otobüsüne binip gidecekmişiz gibi. Diyorum ki İnci, benim param yok, ne kadar bu oyun? 22,5 TL diyor. Cüzdanımı açıyorum, hiç param yok, madeni para buluyorum bir tane, üstünde 20 TL yazıyor, işte buna şaşırıyorum. İçimden bozdur bozdur harca deyip gülüyorum.
Sonra...sonrasını hiç düşünmüyorum. Geriye kalan 2,5 TL'yi herhalde bizimkiler tamamlamıştır herhalde. Sonra muhtemelen Ahmet de gelmiştir. Sonra da hassiktir ya biz İstanbul'dayız deyip gidememişizdir. Çünkü her rüya tamamlanmadan biter. Eğer öyle olmasaydı, o rüyayı gerçek sanıp büyük yanılgılarla yaşardık gerçeklerle örülmüş dünyamızı ya da büyük umutlara kapılırdık. E sonrası büyük bir yıkım olurdu. Gerçek dünyada böyle bir oyun olamayacak olması bir tarafa, olsaydı da Mersin Kültür Merkezi'ne o oyun gelmeyecekti. Hadi diyelim geldi, biz İstanbul'dan Eğriçam otobüsüne binip gidemeyecektik. Ya da oyun bileti 22,5 TL olmayacaktı. Hatta 20 TL'nin madeni parası olmayacaktı ( gerçi bu gözüme çok olasılık dışı gelmedi ya iyi diyelim iyi olsun ).
Sonu her ne olursa olsun dostları görmek iyiydi, güzeldi, hoştu. Paralel evrene döndüğümde suratımda melankolik bir gülümseme vardı. Ki bu iyi bir şey. Mesela bu yazmadığım süre zarfında başıma iyi ve kötü bir sürü şey geldi ve ben hiçbir şey yazmadım. Ama bir yudum melankoli içince dayanamadım koştum geldim.
Dostlara selam olsun.
Sonra...sonrasını hiç düşünmüyorum. Geriye kalan 2,5 TL'yi herhalde bizimkiler tamamlamıştır herhalde. Sonra muhtemelen Ahmet de gelmiştir. Sonra da hassiktir ya biz İstanbul'dayız deyip gidememişizdir. Çünkü her rüya tamamlanmadan biter. Eğer öyle olmasaydı, o rüyayı gerçek sanıp büyük yanılgılarla yaşardık gerçeklerle örülmüş dünyamızı ya da büyük umutlara kapılırdık. E sonrası büyük bir yıkım olurdu. Gerçek dünyada böyle bir oyun olamayacak olması bir tarafa, olsaydı da Mersin Kültür Merkezi'ne o oyun gelmeyecekti. Hadi diyelim geldi, biz İstanbul'dan Eğriçam otobüsüne binip gidemeyecektik. Ya da oyun bileti 22,5 TL olmayacaktı. Hatta 20 TL'nin madeni parası olmayacaktı ( gerçi bu gözüme çok olasılık dışı gelmedi ya iyi diyelim iyi olsun ).
Sonu her ne olursa olsun dostları görmek iyiydi, güzeldi, hoştu. Paralel evrene döndüğümde suratımda melankolik bir gülümseme vardı. Ki bu iyi bir şey. Mesela bu yazmadığım süre zarfında başıma iyi ve kötü bir sürü şey geldi ve ben hiçbir şey yazmadım. Ama bir yudum melankoli içince dayanamadım koştum geldim.
Dostlara selam olsun.
25 Şubat 2010 Perşembe
Sir William bir dakika bakar mısınız?

Niçin kendime hakaret edeyim, aksine, içine binlerce ruh sığdıran bu bedeni yücelttim ben az önce. Birkaç güzel laf da ben edeyim demiştim bu sahnede, bana söz hakkı düşmedi. Benim rolüm de bu kadarmış. Hem ne demişler, rolün büyüğü küçüğü olmaz. Bilmiyorum, bunu da mı siz söylediniz. Kabalık etmemişimdir umarım.
Beni düşünmeyin, devam edin uykunuza. İşte Şekspir olmanın da böyle kötü bir taraftı var değil mi? Adınızı her anan bölüp duracak uykunuzu sonsuza kadar. Ben mi? Adım asla hatırlanmayacak, sizin gibi güzel laflarım olmayacak, sonsuza kadar mışıl mışıl uyuyacağım. Yalnız ve rüyasız.
İyi geceler, tatlı rüyalar Sir William Shakespeare.
7 Şubat 2010 Pazar
arkası yalan
bugünün doğum günüm olması sebebiyle arkası yarın kuşağında izinliyim. hem zaten arkası yarın dediğim öyle lafın gelişi. hani burda bitmedi demek. e yazarlar da arada tatil yapar. bir dahaki arkası yarında görüşmek üzere. hoşçakalın...
6 Şubat 2010 Cumartesi
Arkası Yarın Kuşağı
Topçu Ali Bey, Karamanlı Mersin Valisine kızgın bir bakış attıktan sonra ''Ekin ekme eğlenirsin. Bağı dikme bağlanırsın. Çek deveyi sür koyunu, günden güne beylenirsin.'' dedi. Aşiretinin ileri gelenlerine dönüp ''Öyle değil mi ağalar? Biz göçmeye alışmadık mı? Dağlarda doğup dağlarda ölmedi mi atalarımız? Şimdi bu ısıcak iklimli Mersin'de nasıl yaşarız? Bu Osmanlı ne ister bizden, niye değiştirmek ister adetimizi?''
Vali ne diyeceğini bilemedi. Haklıydılar. Fakat ona verilen talimat bu şekildeydi. Ne yapıp ne edip ikna etmeliydi Kösreli aşiretini. Hemen söze girişti. ''Buraya yerleşin, size buradaki en güzel arazileri tapulayalım. Aşiretiniz istediği yere yerleşebilir. Deniz kenarı istemiyorsanız daha yukarılara yerleşin. Hayvancılık yapmaya devam edebilirsiniz. Ne dersiniz bu işe Hacı Halil Bey?''
Hacı Halil Bey aşiretin lideriydi. Çatık kaşlarıyla olanları izliyor, görüş bildirmeden aşiretinin büyüklerinin yorumlarını dinliyordu. Aşiretinin mutluluğu her şeyden öteydi onun için. Babasından öyle öğrenmişti. Dışarı çıktı, şöyle bir etrafına baktı. Göz alabildiğine portakal bahçesi vardı. Belli ki bu bahçelerde turunçgillerin hemen hemen her türü yetişiyordu. Mevsim yazdı. Sıcak Hacı Halil Bey'i epey terletmişti. Yüzü yapış yapıştı. Bunaldı. Bir esinti bakındı ama tek yaprak kıpırdamıyordu. İlerde toplanmış aşiretini gördü. Mersin'e gelene kadar bazı aileler aşiretten ayrılmış ve beğendikleri yerlere yerleşmişlerdi. Buna rağmen hala çok kalabalıktılar. Hepsinin kaderi kendi ellerinde miydi? Ellerine baktı, soğuktan çatlamış elleri bu nemli memlekette yumuşar mıydı acaba? Çocuklar kırmızı yanaklı olmak yerine kararır, büsbütün tenleri değişir miydi? Kösreli aşireti, dağda güneşin altında sürekli göç etmelerine karşın şaşılacak derecede beyaz tenlilerdi.
Hacı Halil Bey tekrar içeri girdi. İçeride bir tartışmadır yürüyordu. Ancak liderleri içeri girince herkes birdenbire sustu. Vali tükenmiş gibi görünüyordu. Hacı Halil Bey derin bir nefes aldı ve konuşmaya girişti. ''Burası çok güzel bir memleket Vali Bey. Ancak dağın serinliğine alışmış bu insanlar burada yapamazlar. Yaşlılarımız bu neme, bu sıcağa alışamazlar. Biz tarla sürmeyi bilmeyiz. Ama haklısınız öğreniriz, ona da alışırız. Aşiretime soracağım, burda kalmak isteyen aileler var ise kararlarına saygı duyacağız. Geri kalanlarla da yolculuğumuza devam edeceğiz.''
''Kösreli aşiretini yerleştirmek benim görevimdir. Göçebeliğe devam edemezsiniz.'' dedi Vali. Topçu Ali Bey sinirle bir şey söylemeye yeltendi. Hacı Halil Bey eliyle susmasını ister bir hareket yaptı. ''Biz yerleşmeyeceğiz demedik Vali Bey. Madem buralar artık Osmanlı'nın ve bizden yerleşmemizi istiyor, bunu yapacağız. Yolculuğumuza devam ederken yerleşmeye uygun bulduğumuz yere yerleşeceğiz. Bu konuda bir şüpheniz olmasın.''
Aşiretin ileri gelenleri Vali'nin yanından ayrılıp aşiretlerinin toplandığı yere doğru atlarını sürdüler. Hacı Halil Bey'in büyük oğlu Mahmut atıyla onları karşıladı. Hacı Halil Bey oğluna: ''Aşirete haber sal oğul! Vali Bey ile görüşmemiz bitmiştir. Toplaşıp bizi bir dinlesinler hele.'' Mahmut on altı yaşında bıçkın bir delikanlıydı. Babasının talimatını duyar duymaz sürdü atını gitti.
Kısa sürede aşiret toplanmıştı. Kimi çadır kurmayı, kimi ekmek yapmayı bırakıp gelmişti. Kadınlar bebelerini sırtlarına bağlamış, nineler çocukların elinden tutmuş bekleşiyorlardı. Erkekler reislerinin ağzından çıkacak sözleri bekliyorlardı heyecanla. Zaten hiçbirinin içine sinmemişti bu yerleşme işi. Elleri mecburdu. Bu saatten sonra devlete kafa mı tutacaklardı? Varsın olsun yerleşsinlerdi, yeter ki çocuklar yetim kalmasındı.
''Ağalar, Vali Bey burada kalmamız için ısrar eder durur. Eğer kalırsak en güzel arazileri bize tapulayacakmış. Yalnız kararınızı verirken bu memleketin mevsimini de hesaba katın. Görüyorum ki çoğunuz pek memnun değil halinden. Biliyorum geride kalanları özlersiniz. Böyle ayrılmak benim de hoşuma gitmedi. Ancak devlet böyle buyurmuş. Uzun süren karşı çıkmalarımız bir sonuca varmadı. Bebelerimizin hatrına cenke tutuşmadık. Şimdi, varsa buraya yerleşmek isteyen Vali Bey'e başvursun. Bizim kararımız yola devam edip iklimi daha uygun bir memlekete yerleşmektir. İsteyen bizi takip etsin. Burada iki gün konaklayıp dinleneceğiz. Bizimle yola devam edecek olanlar ikinci günün sonunda hazırlanmaya başlasınlar. Şafakta yola çıkmış olacağız.''
Her şeye rağmen Hacı Halil Bey endişeliydi, suskundu. Çadırının dışında oturmuş olup bitenleri düşünüyordu. Acaba doğru mu karar vermişti? İyi ki babası bu günleri görmemişti. Farkındaydı, aşireti de kendisi gibi mutsuz ve hatta umutsuzdu. Bu sürgünü haketmek için ne yaptıklarını düşünüyordu. Onların kimseye zararları yoktu. Koskocaman Toros Dağları sanki onları özlüyor gibi sislere kapılmıştı. Derin bir iç çekti. Devletin amacının onları sürmek olmadığını düşündü. Güçlü bir devlet yaratabilmek için Türkmen Boylarına ihtiyaçları vardı. Yoksa içten içe biliyordu ki Osmanlı'nın onların konar-göçer olmasıyla bir alıp veremediği yoktu.
İkinci günün sonunda Kösreli aşireti şafakla beraber çadırlarını toplamış, hayvanlarını önlerine katmış yola çıkmışlardı. Kalan pek az aile vardı. Onlar da bu kargaşadan bunaldıkları için bu kararı vermişlerdi. Çoğu benim gibi düşünüyor diye rahatladı Hacı Halil Bey. Mahmut babasının yanına yaklaştı. ''Nereye gidiyoruz?'' diye sordu. Hacı Halil Bey cevap veremedi. Nereye gittiklerini kendisi de bilmiyordu. Mahmut bir an durdu ve söze girişti: ''İki tane ırmağı olan bir memleket varmış baba. Yemyeşilmiş, toprakları pek verimliymiş. Binbir çeşit hayvan yaşarmış. Hem orada bizim gibi Türkmenler de varmış.'' ''Nerden bilirsin ey oğul!'' diye sordu Hacı Halil Bey şaşkınlıkla. ''Hani bir abdal gelmişti obamıza, ben daha küçüktüm o zamanlar. İşte o anlatmıştı aşiretin çocuklarına.'' ''Sürdük atımızı oğul, varsa öyle bir cennet mekan durur yerleşiriz öyleyse.''
Hacı Halil Bey, Topçu Ali Bey ve diğer ileri gelenler, beğenip yerleştikleri yere kadar Kösreli aşiretinin geri kalan aileleri onlardan ayrılıp tam on altı köy kurdular Çukurova'da. İşte öyle geniş bir aşiretti Kösreli aşireti. Son kurdukları köye de Kösreli ismini verdi Hacı Halil Bey. Böylece yerleşik hayata geçmiş oldu bu üzgün ve yorgun konar-göçerler.
Mahmut, abdalın anlattığı yerin Çukurova olduğunu anladı.Çukurova'ya vardıklarında çok heyecanlandı ve daha nice güzel yerler vardır da ben bilmiyorum diye hayıflandı. Sonra aklına delice bir fikir geldi. O da abdal olup her yeri gezmek istiyordu. Bunu hemen babasına açmak istedi ama babasının tepkisinden korkuyordu. Babasından sonra aşiretin lideri o olacaktı. Ama artık yerleştiklerine göre bir reise ihtiyaçları var mıydı? Hem eskisi kadar kalabalık da değillerdi. Mahmut ne yapacağını bilmez böyle bir iki ay geçti. Oğlunun kara kara düşündüğünü gören Hacı Halil Bey bir gün dayanamayıp sordu: ''Ey oğul! Buralara yerleştik yerleşeli pek bir durgun, pek bir suskunsun. Yoksa memnun değil misin şu güzel Çukurova'dan? Irmak diyarı Yarsuvat'ımızdan memnun değil misin? Doğrudur, pek iyi anlaşamadık Ceritler ile, yılkı bucağında cenke tutuştuk doğru. Topçu Ali Ağa'yı göğsünden bir Cerit kadını vurdu diye mi üzülüyorsun? Bizim de içimiz yandı oğul, bizim de yandı. Ama üzülme, bir daha cenk etmeyeceğiz. Kayıplar ağırdır. Bak ne demiş Nogay dostlarımız buralar için: 'Cihan ırmağı çay olsa, Yılan Kale Çamakay olsa, Cihan ovası Abukay olsa, yisem yisem, hiçsem hiçsem doymasam.' Onlar buralara bizden önce gelmişler. Gazi Giray Han bir bakmış ki bir ırmak. Kenarında ceylanlar sulaşır. Turaçlar, keklikler uçuşur. Dalkırlar yeşil yeşil bakışır. Biraz daha gitseler bir de baksalar ki bir ırmak daha. İlkini Orta Asya'da bıraktıkları Seyhun'a benzetip Seyhan, diğerini Ceyhun'a benzetip Ceyhan demişler. Bak aynı bizim gibi Kırımlar, Tatarlar, Çerkezler, Rumeli göçmenleri de buraya yerleşmişler. Kötü bir memleket olsa kalırlar mıydı buralarda? Varsın devlet zorlasın, beğenmeseydik biz kalır mıydık oğul? Hem sen değil miydin abdalın söylediği yere gelmek isteyen? Geldik işte. Yoksa Torosları mı özlüyorsun?''
''Özlemez olur muyum reis babam?'' dedi Mahmut. ''Buraları beğenmediğimden de değildir benim mahsunluğum. Gezip dolaşmak ister hala deli kanım. Varsın Toroslar artık uzak olsun. Ben bir yerlerde durmaya alışamadım. Atıma atlayıp gezmek isterim. Çadırımı, bohçamı sırtlayıp başka nice memleketler var görmek isterim. Bize Yarsuvat'ı anlatan abdal gibi ben de ilelebet gezmek, öğrenmek isterim. İsterim amma sizleri buralarda nasıl bırakacağımı bilemedim. Celallenirsin diye de sana derdimi söyleyemedim.''
Hacı Halil Bey celallenmedi. Boğazı düğümlendi, bir an konuşmadı. ''Bilmez miyim oğul, ben de istemez miyim sanıyorsun? Ama değiştik, düzenimiz bozuldu, yaşımız ilerledi. Şimdi senle geleyim desem, gelemem. Şu niceler ne yapar ben gidersem? E sana gitme desem, diyemem oğul. Gençsin, istediğin şeyleri yapabilme kudreti var elinde. Git oğul git. Git ama geldiğin yerleri unutma. Git, gez, öğren. Ama günün birinde yine aşiretine dön. Aşiretini bilginle, görgünle büyüt. Hele şu kış bir geçsin, ananın elini öp de var git yoluna.''
Mahmut bahar gelince anasının elini öptü, babasıyla vedalaşıp yollara düştü. On yedi yaşınsaydı Mahmut, atının sırtında çadırıyla yolluğuyla az gitti, uz gitti. Nice dağlar, nice memleketler geçti. Türlü türlü insanlarla karşılaştı, kimileriyle ahbaplık etti, kimilerine bir selam eyleyip öyle devam etti yoluna.
Vali ne diyeceğini bilemedi. Haklıydılar. Fakat ona verilen talimat bu şekildeydi. Ne yapıp ne edip ikna etmeliydi Kösreli aşiretini. Hemen söze girişti. ''Buraya yerleşin, size buradaki en güzel arazileri tapulayalım. Aşiretiniz istediği yere yerleşebilir. Deniz kenarı istemiyorsanız daha yukarılara yerleşin. Hayvancılık yapmaya devam edebilirsiniz. Ne dersiniz bu işe Hacı Halil Bey?''
Hacı Halil Bey aşiretin lideriydi. Çatık kaşlarıyla olanları izliyor, görüş bildirmeden aşiretinin büyüklerinin yorumlarını dinliyordu. Aşiretinin mutluluğu her şeyden öteydi onun için. Babasından öyle öğrenmişti. Dışarı çıktı, şöyle bir etrafına baktı. Göz alabildiğine portakal bahçesi vardı. Belli ki bu bahçelerde turunçgillerin hemen hemen her türü yetişiyordu. Mevsim yazdı. Sıcak Hacı Halil Bey'i epey terletmişti. Yüzü yapış yapıştı. Bunaldı. Bir esinti bakındı ama tek yaprak kıpırdamıyordu. İlerde toplanmış aşiretini gördü. Mersin'e gelene kadar bazı aileler aşiretten ayrılmış ve beğendikleri yerlere yerleşmişlerdi. Buna rağmen hala çok kalabalıktılar. Hepsinin kaderi kendi ellerinde miydi? Ellerine baktı, soğuktan çatlamış elleri bu nemli memlekette yumuşar mıydı acaba? Çocuklar kırmızı yanaklı olmak yerine kararır, büsbütün tenleri değişir miydi? Kösreli aşireti, dağda güneşin altında sürekli göç etmelerine karşın şaşılacak derecede beyaz tenlilerdi.
Hacı Halil Bey tekrar içeri girdi. İçeride bir tartışmadır yürüyordu. Ancak liderleri içeri girince herkes birdenbire sustu. Vali tükenmiş gibi görünüyordu. Hacı Halil Bey derin bir nefes aldı ve konuşmaya girişti. ''Burası çok güzel bir memleket Vali Bey. Ancak dağın serinliğine alışmış bu insanlar burada yapamazlar. Yaşlılarımız bu neme, bu sıcağa alışamazlar. Biz tarla sürmeyi bilmeyiz. Ama haklısınız öğreniriz, ona da alışırız. Aşiretime soracağım, burda kalmak isteyen aileler var ise kararlarına saygı duyacağız. Geri kalanlarla da yolculuğumuza devam edeceğiz.''
''Kösreli aşiretini yerleştirmek benim görevimdir. Göçebeliğe devam edemezsiniz.'' dedi Vali. Topçu Ali Bey sinirle bir şey söylemeye yeltendi. Hacı Halil Bey eliyle susmasını ister bir hareket yaptı. ''Biz yerleşmeyeceğiz demedik Vali Bey. Madem buralar artık Osmanlı'nın ve bizden yerleşmemizi istiyor, bunu yapacağız. Yolculuğumuza devam ederken yerleşmeye uygun bulduğumuz yere yerleşeceğiz. Bu konuda bir şüpheniz olmasın.''
Aşiretin ileri gelenleri Vali'nin yanından ayrılıp aşiretlerinin toplandığı yere doğru atlarını sürdüler. Hacı Halil Bey'in büyük oğlu Mahmut atıyla onları karşıladı. Hacı Halil Bey oğluna: ''Aşirete haber sal oğul! Vali Bey ile görüşmemiz bitmiştir. Toplaşıp bizi bir dinlesinler hele.'' Mahmut on altı yaşında bıçkın bir delikanlıydı. Babasının talimatını duyar duymaz sürdü atını gitti.
Kısa sürede aşiret toplanmıştı. Kimi çadır kurmayı, kimi ekmek yapmayı bırakıp gelmişti. Kadınlar bebelerini sırtlarına bağlamış, nineler çocukların elinden tutmuş bekleşiyorlardı. Erkekler reislerinin ağzından çıkacak sözleri bekliyorlardı heyecanla. Zaten hiçbirinin içine sinmemişti bu yerleşme işi. Elleri mecburdu. Bu saatten sonra devlete kafa mı tutacaklardı? Varsın olsun yerleşsinlerdi, yeter ki çocuklar yetim kalmasındı.
''Ağalar, Vali Bey burada kalmamız için ısrar eder durur. Eğer kalırsak en güzel arazileri bize tapulayacakmış. Yalnız kararınızı verirken bu memleketin mevsimini de hesaba katın. Görüyorum ki çoğunuz pek memnun değil halinden. Biliyorum geride kalanları özlersiniz. Böyle ayrılmak benim de hoşuma gitmedi. Ancak devlet böyle buyurmuş. Uzun süren karşı çıkmalarımız bir sonuca varmadı. Bebelerimizin hatrına cenke tutuşmadık. Şimdi, varsa buraya yerleşmek isteyen Vali Bey'e başvursun. Bizim kararımız yola devam edip iklimi daha uygun bir memlekete yerleşmektir. İsteyen bizi takip etsin. Burada iki gün konaklayıp dinleneceğiz. Bizimle yola devam edecek olanlar ikinci günün sonunda hazırlanmaya başlasınlar. Şafakta yola çıkmış olacağız.''
Her şeye rağmen Hacı Halil Bey endişeliydi, suskundu. Çadırının dışında oturmuş olup bitenleri düşünüyordu. Acaba doğru mu karar vermişti? İyi ki babası bu günleri görmemişti. Farkındaydı, aşireti de kendisi gibi mutsuz ve hatta umutsuzdu. Bu sürgünü haketmek için ne yaptıklarını düşünüyordu. Onların kimseye zararları yoktu. Koskocaman Toros Dağları sanki onları özlüyor gibi sislere kapılmıştı. Derin bir iç çekti. Devletin amacının onları sürmek olmadığını düşündü. Güçlü bir devlet yaratabilmek için Türkmen Boylarına ihtiyaçları vardı. Yoksa içten içe biliyordu ki Osmanlı'nın onların konar-göçer olmasıyla bir alıp veremediği yoktu.
İkinci günün sonunda Kösreli aşireti şafakla beraber çadırlarını toplamış, hayvanlarını önlerine katmış yola çıkmışlardı. Kalan pek az aile vardı. Onlar da bu kargaşadan bunaldıkları için bu kararı vermişlerdi. Çoğu benim gibi düşünüyor diye rahatladı Hacı Halil Bey. Mahmut babasının yanına yaklaştı. ''Nereye gidiyoruz?'' diye sordu. Hacı Halil Bey cevap veremedi. Nereye gittiklerini kendisi de bilmiyordu. Mahmut bir an durdu ve söze girişti: ''İki tane ırmağı olan bir memleket varmış baba. Yemyeşilmiş, toprakları pek verimliymiş. Binbir çeşit hayvan yaşarmış. Hem orada bizim gibi Türkmenler de varmış.'' ''Nerden bilirsin ey oğul!'' diye sordu Hacı Halil Bey şaşkınlıkla. ''Hani bir abdal gelmişti obamıza, ben daha küçüktüm o zamanlar. İşte o anlatmıştı aşiretin çocuklarına.'' ''Sürdük atımızı oğul, varsa öyle bir cennet mekan durur yerleşiriz öyleyse.''
Hacı Halil Bey, Topçu Ali Bey ve diğer ileri gelenler, beğenip yerleştikleri yere kadar Kösreli aşiretinin geri kalan aileleri onlardan ayrılıp tam on altı köy kurdular Çukurova'da. İşte öyle geniş bir aşiretti Kösreli aşireti. Son kurdukları köye de Kösreli ismini verdi Hacı Halil Bey. Böylece yerleşik hayata geçmiş oldu bu üzgün ve yorgun konar-göçerler.
Mahmut, abdalın anlattığı yerin Çukurova olduğunu anladı.Çukurova'ya vardıklarında çok heyecanlandı ve daha nice güzel yerler vardır da ben bilmiyorum diye hayıflandı. Sonra aklına delice bir fikir geldi. O da abdal olup her yeri gezmek istiyordu. Bunu hemen babasına açmak istedi ama babasının tepkisinden korkuyordu. Babasından sonra aşiretin lideri o olacaktı. Ama artık yerleştiklerine göre bir reise ihtiyaçları var mıydı? Hem eskisi kadar kalabalık da değillerdi. Mahmut ne yapacağını bilmez böyle bir iki ay geçti. Oğlunun kara kara düşündüğünü gören Hacı Halil Bey bir gün dayanamayıp sordu: ''Ey oğul! Buralara yerleştik yerleşeli pek bir durgun, pek bir suskunsun. Yoksa memnun değil misin şu güzel Çukurova'dan? Irmak diyarı Yarsuvat'ımızdan memnun değil misin? Doğrudur, pek iyi anlaşamadık Ceritler ile, yılkı bucağında cenke tutuştuk doğru. Topçu Ali Ağa'yı göğsünden bir Cerit kadını vurdu diye mi üzülüyorsun? Bizim de içimiz yandı oğul, bizim de yandı. Ama üzülme, bir daha cenk etmeyeceğiz. Kayıplar ağırdır. Bak ne demiş Nogay dostlarımız buralar için: 'Cihan ırmağı çay olsa, Yılan Kale Çamakay olsa, Cihan ovası Abukay olsa, yisem yisem, hiçsem hiçsem doymasam.' Onlar buralara bizden önce gelmişler. Gazi Giray Han bir bakmış ki bir ırmak. Kenarında ceylanlar sulaşır. Turaçlar, keklikler uçuşur. Dalkırlar yeşil yeşil bakışır. Biraz daha gitseler bir de baksalar ki bir ırmak daha. İlkini Orta Asya'da bıraktıkları Seyhun'a benzetip Seyhan, diğerini Ceyhun'a benzetip Ceyhan demişler. Bak aynı bizim gibi Kırımlar, Tatarlar, Çerkezler, Rumeli göçmenleri de buraya yerleşmişler. Kötü bir memleket olsa kalırlar mıydı buralarda? Varsın devlet zorlasın, beğenmeseydik biz kalır mıydık oğul? Hem sen değil miydin abdalın söylediği yere gelmek isteyen? Geldik işte. Yoksa Torosları mı özlüyorsun?''
''Özlemez olur muyum reis babam?'' dedi Mahmut. ''Buraları beğenmediğimden de değildir benim mahsunluğum. Gezip dolaşmak ister hala deli kanım. Varsın Toroslar artık uzak olsun. Ben bir yerlerde durmaya alışamadım. Atıma atlayıp gezmek isterim. Çadırımı, bohçamı sırtlayıp başka nice memleketler var görmek isterim. Bize Yarsuvat'ı anlatan abdal gibi ben de ilelebet gezmek, öğrenmek isterim. İsterim amma sizleri buralarda nasıl bırakacağımı bilemedim. Celallenirsin diye de sana derdimi söyleyemedim.''
Hacı Halil Bey celallenmedi. Boğazı düğümlendi, bir an konuşmadı. ''Bilmez miyim oğul, ben de istemez miyim sanıyorsun? Ama değiştik, düzenimiz bozuldu, yaşımız ilerledi. Şimdi senle geleyim desem, gelemem. Şu niceler ne yapar ben gidersem? E sana gitme desem, diyemem oğul. Gençsin, istediğin şeyleri yapabilme kudreti var elinde. Git oğul git. Git ama geldiğin yerleri unutma. Git, gez, öğren. Ama günün birinde yine aşiretine dön. Aşiretini bilginle, görgünle büyüt. Hele şu kış bir geçsin, ananın elini öp de var git yoluna.''
Mahmut bahar gelince anasının elini öptü, babasıyla vedalaşıp yollara düştü. On yedi yaşınsaydı Mahmut, atının sırtında çadırıyla yolluğuyla az gitti, uz gitti. Nice dağlar, nice memleketler geçti. Türlü türlü insanlarla karşılaştı, kimileriyle ahbaplık etti, kimilerine bir selam eyleyip öyle devam etti yoluna.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)